Igor Stravinsky’nin “Bahar Ayini” (Le Sacre du Printemps) eseri 1913 yılında ilk sahnelendiğinde seyircinin beklentilerine o kadar uzak ve zamanın müziğine göre o kadar ileriydi ki salonda büyük tartışmalara, hatta yumruklaşmalara sebep oldu. Resim, heykel ve edebiyatta da kendini gösteren ilkelcilik akımının, müzikte Stravinsky ile başladığı söylenebilir.
Eser, “Yeryüzüne Tapınış” (L’adoration de la Terre) ve “Kurban Ediliş” (Le Sacrifice) bölümlerinden oluşur, yaşlı bir kadının genç erkeklere doğanın gizemlerini anlatmasıyla başlayan birinci bölüm, bir bilge yaşlının yeryüzünü övmesiyle sona erer. İkinci bölümde kızlardan biri kurban seçilir, baharın bereketinin artması için pagan dansları eşliğinde kurban edilir. Eserin fikri, Antik Rusya’nın pagan ayinlerinden doğar, senaryosu Kiev Rus Devleti’nde 11. Yüzyılda yazılmış bir el yazması kullanılarak yazılır. Müziğin ise (eserin başındaki fagot teması dahil) pek çok eski halk şarkısından alıntılar yaptığı görülmüştür.
Eser, 1913’ün dünyasından konu itibariyle hayli uzak olmakla kalmamış, müzik ve sahneleme itibariyle de hiçbir şekilde seyircinin beklentisini karşılamamıştı. Vaclav Nijinsky’nin koreografisi geleneksel bale normlarından oldukça uzaktı ve Stravinsky’nin müziği, onur konuğu olarak davet edilmiş Debussy’nin deyimiyle “her türlü çağdaş olanaktan yararlanan ilkel ve olağanüstü vahşi bir olay”, Puccini’nin deyimiyle “ancak deli bir insanın yazacağı müzik”ti.
Stravinsky’nin eserinde en az iki farklı motifin üst üste bindirilmesi, birden fazla sert ve tekdüze ritmin eş zamanlı kullanılması, romantik dönem eserlerinin aksine yaylı çalgılardan çok, eski çağları anımsatabilecek üflemeli çalgıların solist enstrüman olarak kullanılması, müziği bambaşka bir boyuta götürür. Kuşkusuz bu seçimler bilinçlidir, eğitimsiz kabile insanının sesini yansıtabilmesi için sıradışı ses yükseklikleri kullanılmış, çalgıların staccato ve - romantik dönemin aksine - non legato kullanımları her an her yerden gelebilecek bir tehlikenin yaratacağı gerilimi aktarmıştır.
Stravinsky’nin istediği bir hikayeyi “anlatmak” değil, bir hikayeyi “göstermek”ti, eski çağların bütün detaylarıyla seyirci kendini bu dünyanın içinde bulacaktı. Teknolojinin gelişmesi, bütün doğanın insana hizmet eder “gibi görünmesi” ile birlikte, insanoğlu, her şeye hakim olduğu yanılgısıyla yaşar oldu. Bireyselleşti, yalnızlaştı, günden güne akan zamana, kontrolsüzce ilerleyen hayata yetişmeye çalışırken (yaşamadı,) hayatta kaldı. Stravinsky’nin Bahar Ayini belki de, insanoğlunun, doğaya karşı değil, doğanın bir parçası olduğunu kabul ettiği; her bireyin toplum içinde, bir göldeki su damlası, canlı bir organizmadaki bir hücre, kumsaldaki bir kum tanesi gibi rol aldığı eski çağlara bir güzellemedir.
Stravinsky’nin, o zamana dek duyulmamış bir şekilde, art arda disonant akorları sıralayan ve bir türlü bitmek bilmeyen müziği, şimdi pek çok eleştirmene göre 20. Yüzyılın en önemli müzik eseri olsa da, o zamanlar büyük tartışmalara sebep olmuştu. Peki neden?.. Kuşlar kendilerine ait bir melodiyle şakır, yapraklar rüzgarla başka bir melodiyle hışırdarlar, yağan karın kendine özgü bir sesi (ya da sessizliği), doğadaki her canlının başka bir müziği vardır; ama hep beraber oluşturdukları armoni, ne konsonanttır, ne de bir yere karar verip son bulur. Var olduğumuz ve farkında olduğumuz tüm anlarda zaman ve doğanın müziği akmaya devam eder.
Devamlı akıp giden zamanın eşliğinde, düşen yaprağın bir daha dalın bir parçası olamayacağı, ölen insanın yaşama geri dönemeyeceği, kırılan bir vazonun bir daha eskisi gibi olamayacağı gibi, tüm doğa sürekli bir dağılma ve değişme eğilimindedir (entropi ilkesi) ve bir “karar” hali söz konusu değildir.
İnsan, bu doğa döngüsü içinde, bu döngünün bir parçası olmak, durmadan düzensizlik yaratan bir düzene “ait olmak” ister. Bu aidiyet, eserde, insanın toplum için kendini kurban edebilmesine dahi sebep olabilmiştir. İnsanın bireysel olarak hayatta kalabilme rahatlığının (ya da kimi zaman zorunluluğunun) olduğu modern çağda bir bütünün parçası olup toplumsallaşabilmek, eski çağların aksine zorunluluk değil, özgürlüktür. Stravinsky dinleyiciye, müziği boyunca bu özgürlüğü verir. Durmadan bir kaosa doğru ilerleyen, bir düzensizlik içinde var olan bir düzenin yeniden bir parçası olma özlemini çeken insanın, (hayatta kalma değil,) yaşama özgürlüğünü...